İFL 2023-I

 


1) Spiderhead/Joseph Kosinski (2022): Yeni yılın ilk filmi. “Thor” ile resmen özdeşleşmiş konumdaki “Chris Hemsworth”ü kötü karakter olarak izlemek ilginç diyebileceğimiz bir tecrübeydi ama gerçi “Bad Times at the El Royale (2018)”de de kötü bir karakter oynadığını görmüştüm ve sanırım yakında gelecek olan “Furiosa” filminin de kötü karakteri olacak. Bu bağlamda aktörün sadece mükemmel kahraman tiplerini oynayıp tek kanaldan ilerleyen bir kariyer istemediğini ve farklı seçeneklere sahip olmayı amaçladığını söyleyebiliriz. Belki de sadece yakışıklı bir adam değilim ve derinliği olan karakterleri de oynayabilirim demek istiyor, bilemiyorum. Filme dönecek olursak; hikâyemiz bir roman uyarlaması ve bir ilaç firmasının mahkûmlar üzerinde deney yapması sürecini işliyor. Yani ne çok iyi ne de çok kötü diyemem, bir göz atılabilir.



2) The Terminal/Steven Spielberg (2004): “Tom Hanks”i oldum olası sevmişimdir. Yani bir filmde o rol alıyorsa çok büyük bir ihtimalle sevebileceğim bir filmdir izlediğim şey. Bu film açısından da durum değişmedi. Yani bir havalimanında kısılıp kalan bir adamın öyküsünün ilgi çekici olmaması gibi bir ihtimal yok. Bu arada tek mekân öykülerini de çok severim zaten. Kısacası bu filmi izlediğime çok memnunum ve kesinlikle tavsiye ederim.



3) Yılbaşı Gecesi/Ozan Açıktan (2022): “The Terminal” sonrasında bir başka tek mekân filmi daha diyebiliriz bu yapım için ama bundan aynı derecede keyif aldığımı söyleyemem. Evet, bu bir komedi filmi veya en azından iddiası o, üstelik güncel bir mesele olan “Covid-19”a da değiniyor ama ne tam bir sosyal mesaj aldım ne de tam olarak gülüp eğlendim. Tamam, “Gülse Birsel” kalemini seviyorum ya da sevmiştim/sevmiştik ama sanki kendini güncellememe, güncelleyememe gibi bir durum ile karşı karşıyayız. Sanki Gülse Birsel, öyküler, mekânlar ve karakterler değişse bile “Avrupa Yakası”ndan beri hep aynı şeyleri anlatıyor gibi hissediyorum ve bu anlattığı şeylerin de günümüz toplumundan giderek uzaklaştığı düşüncesindeyim. Belki de yanılıyorumdur ama kesinlikle Gülse Birsel yaratıcılığında eksik bir şeyler var.



4) Atlantis: Milo’nun Dönüşü/Tad Stones & Toby Shelton & Victor A. Cook (2003): Dürüst olmak gerekirse ilk film kadar sevdiğimi söyleyemem ama Milo ve diğer karakterleri başka bir macerada tekrar izleyebilmek zevkliydi.



5) Taxi/Gerard Pires (1998): “Taxi” serisini her zaman çok sevmişimdir; tabi son film hariç diyebilirim. Onu baştan sona izleyerek bir değerlendirme yapmam lazım ama bu ilk filmi izledikten sonra fark ediyorum ki ben serinin ilk filmden sonraki üç filmini tekrar tekrar izlemişim ama başlangıç filmini hiç izlememişim. Kısacası bu ilk seferdi. Becerikli şoförümüz ile sakar polisimizin nasıl tanıştıklarını ve arkadaş olduklarını bu film ile birlikte öğrenmiş oldum. Diğer filmlere kıyasla çok daha ucuz ya da dar bütçeli koşullarda çekildiği belli olsa dahi ve oyuncuların karakterlerini tam olarak oturtamadığı hissi oluşsa da yine de sevdiğim bir film oldu.



6) Taxi 2/Gérard Krawczyk (2000): Serinin ikinci filminde yeniden Marsilya sokaklarına dönerken bu defa Emilien (polis) ve Daniel (taksici) yepyeni bir maceraya yelken açıp Yakuza ile mücadele ediyor. İzlemekten hiç sıkılmayacağım filmlerden birisi kesinlikle.



7) Taxi 3/Gérard Krawczyk (2003): İlk filmde Almanlar, ikinci filmde Japonlar ile uğraşan müthiş ikilimiz, yeni filmlerinde ise Çinli Noel Baba çetesini yakalamak için aksiyon ve komedi dolu maceralarına atılıyorlar. Serinin en sevdiğim filmi bu olabilir. Özellikle Emilien’in sevgilisi Petra’nın hamile oluşunu anlamayacak kadar dalgın ve aptal oluşu beni her seferinde güldürmüştür.



8) Operation Fortune: Ruse de Guerre-Servet Operasyonu/Guy Ritchie (2023): Bu yılın ilk salon filmi olma şerefine nail olan bu yapım, açıkçası biraz beklentimin altında kaldı. Yani şöyle ki ben “Guy Ritchie” sinemasını gerçekten severim. Yönetmenin izlediğim ilk filmi olan “Snatch-Kapışma (2000)” sonrasında karşıma çıkan bir filmde onun imzası varsa hep bir sıfır önde başlayan bir yapım oldu benim için. Şimdi düşünüyorum da “Sherlock Holmes (2009)”, “Sherlock Holmes: Gölge Oyunları (2011)”, “The Man from U. N. C. L. E (2015)”, “Kral Arthur: Kılıç Efsanesi (2017)”, “Alaaddin (2019)”, “The Gentlemen (2019)” ve “Wrath of Man (2021)” gibi filmlerin hepsini severek izledim. Yani Alaaddin’i bir kenara bırakırsak bu saydığım tüm filmlerde yönetmenin kendine has oyuncu kadrosunu ve anlatı dilini net bir şekilde görüyoruz. Peki, bu anlatının temel özelliği nedir? Guy Ritchie sineması, içinde parçalı, eksintili bir anlatı ve de bolca ters köşe barındırır. Film akışında sahne bir anda kesilip başka sahneye geçilebilir ve o sahnenin kalanı filmin çok sonraki bir anında karşımıza çıkabilir. Aynı zamanda hiçbir karaktere de tam olarak güvenemeyiz; kısacası her an herkes birbirine ihanet edebilir, melek sandıklarımız şeytan çıkabilir. Yönetmenin sinema dilinin, anlatısının bir diğer önemli noktası ise ülkesini, İngiltere’yi ve özellikle de Londra’yı merkez alan anlatılar kullanmasıdır. Açıkçası ben İngiliz sinemasına ya da kültürüne pek de meraklı değilim ama konu bu yönetmen olunca kesinlikle ilgimi çekmeyi başarıyor. “Servet Operasyonu (2023)”na dönecek olursak; yukarıda saydığım çoğu şey bu filmde de kendini tekrar ediyor, bunu kabul ediyorum. Üstelik popüler, sevdiğim oyuncular da filmde yer alıyorlar ve üstelik filmin bir kısmının Türkiye’de, Antalya’da geçiyor oluşu da ilgi çekici, bunu da kabul ediyorum ama yine de film senaryosunu eski projelere kıyasla zayıf buldum. İngiliz karakterler tamam, aksiyon tamam ama bu öykünün sürpriz unsuru eski filmlere kıyasla zayıftı; yani o bakımdan, pek Guy Ritchie filmi izliyorum gibi bir his yaşatmadı. Ben, filmin sonuna doğru hep bir ters köşe, hiç beklemeyeceğimiz bir anda, acayip bir ikili oyun falan bekledim ama çok da öyle olmadı. Öykü gayet de düz ilerledi. Kötüler netti, iyiler netti. Yani öyle kafamızı karıştıracak, aklımızı bulandıracak bir öykü sarmalı yoktu. O sebeple biraz hayal kırıklığı yaşasam bile vasat üstü bir filmdi ve izlenir ama şunu da belirtmem lazım ki yönetmen koltuğundaki isim farklı olsa, izlemeyebilirdim.



9) Bursa Bülbülü/Hakan Algül (2023): Bu filmi sevdim ama öyle acayip komik falan olduğu için değil. Güzel bir dönem filmi olduğu için; 1980’lerin gazinoculuk ve kaset yapma, ünlü olma furyasını güzel işlediği için sevdim. Ayrıca şarkıları da çok eğlenceliydi. Güzel bir iş olmuş. Yazanın, yönetenin, oynayanların ve bize ulaşmasında emeği olan herkesin ellerine sağlık.



10) Taxi 4/ Gérard Krawczyk (2007): Bu, benim açımdan “Taxi” serisinin son filmi çünkü yıllar sonra gelen beşinci film, her ne kadar Marsilya’da geçiyor olsa da veya önceki filmlerden tanıdık yüzler ya da referanslar içerse de beni heyecanlandırmayan bir filmdi çünkü ana karakterlerin artık değiştiği bir yapımdı. O yüzden “Taxi 4” benim için bu maceranın sonudur. Emilien ve Daniel’in son maceralarındaki düşmanları ise Belçikalı bir banka soyguncusudur. Interpol yetkilileri adamın kaçması için onu bilerek Marsilya polis karakoluna teslim ederler ve elbette Emilien ve arkadaşları adamın kaçmasına müsaade ederler. Sonrasında ise Emilien’in hatasını düzeltmesine yardım etmek elbette Daniel’e düşer.


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar