İFL 2023-IV

 


31) Die Hart/Eric Appel (2023): “Kevin Hart”ın kendini oynadığı bir aksiyon komedi filmi. Filmde, artık komedi filmlerinden ve asıl elemanın yancısı olmaktan bıkan Hart, aksiyon yıldızı olmak ister ve tüm aksiyon yıldızlarını eğiten bir isimden bu konuda eğitim almaya karar verir ancak onu zorlu bir eğitim kampı beklemektedir. Eğlenceli bir film.



32) İyi Adamın 10 Günü/Uluç Bayraktar (2023): “Nejat İşler” severim. Bir projede o varsa, izleme olasılığım hızla artar; yani bu filmi de sırf o var diye izledim diyebilirim. Ancak yalan yok filmi sevdim ve içinde İşler olmasa bile izlenir bir öykü. Elbette öyle vay be dedirtecek bir film değil ama belli bir kalitesi var ve öykü akıyor, konsept de güzel. Adından da anlaşılacağı üzere on günü kapsayan bir dedektiflik anlatısı. Yerli film izlemek isteyenlere önerilir.



33) Otel Transilvanya 4: Transformanya/Derek Drymon & Jennifer Kluska (2022): Hatırlıyorum da ilk “Otel Transilvanya (2012)” filmi gösterime girdiğinde henüz bir lise öğrencisiydim ve o filmi izlemek inanılmaz keyifliydi; hatta tekrar tekrar izlemiştim diyebilirim. Ancak bana göre Otel Transilvanya markası her filmle birlikte giderek düşen bir seri oldu. Son film özelinde de çok kötü diyemem ama çıtayı yukarı çıkaran bir durum, olay da yoktu. İlk filmin hatırı adına izlenir.



34) Herkül/Ron Clements & John Musker (1997): 1990’lı yılların “Disney” filmlerinin sanırım hepsini büyük bir zevkle tekrar tekrar izleyebilirim. “Herkül” için de durum tam olarak bu. Üstelik mitoloji aşığı biri olarak bir Yunan mitolojisi anlatısını sevmeme gibi bir ihtimalim yok. Elbette orijinal mitolojik anlatı filmde çokça değişime uğruyor ancak karakter tasarımları ve öykü akışı kendini her seferinde izletmeyi başarıyor. Özellikle de “Hades”e bayılıyorum.



35) Kaze tachinu-The Wind Rises/Miyazaki Hayao (2013): Rüya sekanslarını bir kenara bırakırsak, “Miyazaki”nin en gerçekçi anlatısını bulduğumuz film diyebiliriz bu proje için. Böyle söylüyorum çünkü Miyazaki Hayao, filmlerinde Japon kültürünü ve mitolojisini etkili kullanması ve de fantastik dünyalar yaratması ile ön plana çıkmaktadır. Oysa 20. yüzyıl başındaki Japonya’yı anlatan bu öykü, gerçek tarihi takip etmektedir ve merkezine II. Dünya Savaşı’nda Japon İmparatorluğu için uçak tasarlayan bir mühendisi alır; onun aile ve iş hayatı ile hayalleri arasında bizi bir maceraya çıkarır. Mutlaka tavsiye edeceğim bir anime.



36) The Predator/Shane Black (2018): Fazla söze gerek yok “Arnold Schwarzenegger”in başrolünde oynadığı “Av/Predator (1987)”den beri takip ettiğim ve sevdiğim bir seri; sanırım “Alien vs. Predator (2004)” dışında serinin tüm filmlerini de izledim. Bu film özelinde ise serinin en iyisi diyemem ama evrenin genişlemesini ve Predatorlar hakkında daha fazla şey öğrenmemizi sağlayan bir film. Bir göz atılabilir.



37) Singin’ in the Rain-Yağmur Altında/Stanley Donen & Gene Kelly (1952): O meşhur yağmur altında dans sahnesi ve sesli filme geçiş sürecinin sancılarını anlatmasıyla tam bir başyapıt; müzikal film denildiğinde aklıma gelen ilk eser.



38) John Wick 4/Chad Stahelski (2023): Geriye dönüp şu geçen hemen hemen on yıllık zamana bir bakıyorum da insan bir nereden nereye diye düşünüyor açıkçası. Yani şöyle ki ilk “John Wick” filmi 2014 yılında gösterime girdiğinde, evet bir aksiyon filmi izledik ama düşük bütçeli olarak adlandırabileceğimiz bir yapımdı (tabi elbette Hollywood standartlarında düşük bir bütçeden bahsediyoruz) ama öyle efsanevi, ikonik bir şeye dönüşmesinin; anlatılan öyküden bir seri, bir evren doğmasının beklendiğini pek sanmıyorum. Bence düşünce şuydu; hadi ucuz yollu veya B sınıfı bir Hollywood aksiyon filmi yapalım; içinde bol bol şiddet ve ölüm olsun; bir kişi onlarca kişiyi tek başına haklasın. Zaten öyle aman aman görsel efektler falan da kasamayız çünkü bütçemiz kısıtlı, bari başrole “Keanu Reeves” gibi ismi, ünü olan bir oyuncu koyalım, yanına da birkaç tane daha bilindik yüz koyduk mu oradan yürür gideriz. Ancak ilk film bizim için birçok şeyi değiştirdi diyebilirim ve neredeyse tüm dünyanın severek izlediği bir şiddet güzellemesini hayatımıza soktu. Yani düşünün aksiyon filmi denildiğinde artık birçok kişinin ilk düşüneceği filmlerden birisi bence John Wick olacaktır. Bu seriyi ikonik, kült olarak adlandırmak yanlış olmaz diye düşünüyorum. Peki, bunu nasıl yaptı? Bir kişi intikam için onlarcasını öldürür meselesi aslında yılların klişesidir ama John Wick bu klişeye taze bir soluk getirdi. Aslında arka planda çok daha derin olmakla birlikte, yani eski hayatını geride bırakmaya çalışan bunu da eşinin desteği ile yapan bir adam var karşımızda ve bu eski hayat da öyle senin benim yaşadığımız cinsten değil ama temelde çok basit bir motivasyon ile intikam meleğine dönüşen de bir adam izliyoruz. Birileri bir adamın evine girer, güzel arabasını çalıp onu bir güzel pataklar ve üstüne de köpeğini öldürür. İşte bu olay, dört filme yayılan bir macerada yüzlerce kişinin ölümüne sebep olur; kısacası kimin evine girdiğinize, kime çattığınıza dikkat edin, her an karşınıza bir John Wick çıkabilir.

Eşini kaybetmiş ve köpeğinin ölmesiyle de yaşamaya dair son umut kırıntısı da yitirmiş depresif bir koca ile başlayan öykümüz, bizi alıp dünyayı yöneten karanlık ailelerin, mafyaların ve kendi kanunları ve ekonomileri olan suikastçıların dünyasına taşıdı ve biz bu dünyayı çok sevdik. Önümüzdeki dönemde seriye bağlı iki film ve bir dizi projesi de yolda bu arada, bunu da bir dipnot olarak geçmiş olayım. Peki, tam olarak neden sevdik bu seriyi? Bize şiddeti sonuna kadar verdiği, şiddet hazzımızı doyurduğu için. Evet, şiddet hayatımızın bir parçası, tıpkı cinsellik gibi ama biz genelde bunlar yokmuş gibi davranırız, en azından toplum içinde, kanunlar önünde. Yine de öfke ve haz tam olarak bastıramayacağımız duygular olduğu için de bir noktada tatmin edilmeye ihtiyaç duyuyorlar ve bu noktada da sinema ve özellikle de popüler sinema devreye giriyor. Popüler sinema, seyircisine izlediği karakterler ile özdeşleşme imkânı verir, kısacası filmi izlerken hepimiz birer John Wick oluruz. John Wick üzerinden dolaylı bir öfke boşalımı, haz ve rahatlama yaşarız. Bu bağlamda, ne kadar klişe olursa olsun, estetize şiddeti bize göz alıcı bir şekilde sunduğu sürece John Wick evreni sonu gelmeyecek bir potansiyel barındırıyor.

Peki, özelde bu film nasıldı? Şöyle söyleyebilirim ki John Wick serisi, aksiyonu ve estetize şiddeti her filmde katlayarak ilerleyen bir eğlence sunuyor bize ve dördüncü film de kesinlikle izleyeni aksiyona, tempoya ve şiddete doyuruyor. Serinin en uzun süresine sahip bu filmde birçok aksiyon ve şiddet sekansı var ve üstelik bu defa karakterimiz tam anlamıyla dünyayı dolaşıyor diyebilirim. Sürpriz kaçıran/spoiler vermek istemiyorum ama en azından favori sekanslarımı sizinle paylaşabilirim. Öncelikle favorim kesinlikle finale doğru gerçekleşen Paris sekansıydı; kelimenin tam anlamıyla Paris’i kana bulayan bir sekanstı. İkinci sıraya ise John Wick ile “Scott Adkins” tarafından canlandırılan “Killa” karakterinin kapıştığı Berlin’deki gece kulübü sekansını koyuyorum. Üçüncü sıra ise kesinlikle “Osaka Condinental” sekansına ait. Bilemiyorum belki size göre bu sekanslar değişebilir ama ben Japon kültürünü oldukça seven birisi olarak kesinlikle üçüncü sıra hakkımı Osaka’dan yana kullanacağım. Elbette sekanslar ve sahneler dışında genişleyen oyuncu kadrosu da bir başka göz alıcı nokta. İlk filmin oyuncu kadrosunu düşünüyorum da kısıtlı bir oyuncu kadrosu ile bize sunulan bir öykü vardı. Şimdi ise o kadar çok isim filmde yer alıyor ki bu bakımdan da görsel bir şölen izliyoruz. Sözün özü, ben bu filmden gerçekten keyif aldım. Aksiyon filmi severlere de kesinlikle öneririm. Daha ayrıntılı konuşamıyorum çünkü sizin için filmin büyüsünü kaçırmak istemiyorum.

Son olarak bir şey eklemek istiyorum. Bu film özelinde sevdiğim bir ayrıntı var. Bilmiyorum daha önceki filmlerde de değinilmiş miydi ama bu filmde şu özellikle dikkatimi çekti ki bize John Wick’in intikam mücadelesinin çevresine verdiği zararı da gösterdiler. Evet, bir köpek öldü, bir araba çalındı ve sonunda John Wick ile “High Table” arasında bir kan davası başlayıp yüzlerce kişi öldü ama ölenler sadece John Wick’in düşmanları değildi. Aynı zamanda ona yardımcı olmaya çalışan dostları da bu süreçte zarar gördüler, kayıplar verdiler. Bunu sadece dostlar olarak da düşünmemek lazım. Dost olsun, düşman olsun, ölen herkes birilerinin kardeşi, annesi, babası ya da sevgilisiydi. Kısacası karşımızda şiddet şiddeti doğurur temalı bir öykü var. Evet, bu serinin olayı bize bir şiddet güzellemesi sunup haz vermek ama yine de kısacık da olsa bu şiddetin yıkıcı etkilerine değinmiş olmaları güzel bir yan. Neyse işte, izleyecek herkese keyifli seyirler dilerim.



39) Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba-To the Swordsmith Village/Haruo Sotozaki (2023): Aslında bu bir sinema filmi değil. Animenin ikinci sezonunun son iki bölümü ile üçüncü sezonunun ilk bölümünün peş peşe gösterildiği bir etkinlik. O yüzden biraz hayal kırıklığı yaşadım ama sanırım güzel bir üçüncü sezon bizi bekliyor.



 40) No Time To Die-Ölmek İçin Zaman Yok/Cary Joji Fukunaga (2021): Bu filmi izledim ama aslında “Daniel Craig” başrollü serinin düzenli bir izleyicisi değilim ve hatta “Bond” evreninin de bir izleyicisi sayılmam. Sanırım en azından Craig serisini tutarlı bir şekilde izlemem lazım. Gizli ajanlık öyküleri kendini izletiyor sonuçta. Sürpriz kaçıran vermiş olacağım ama bu filmin başlıca özelliği ilk defa bir Bond’un öldüğünün gösterilmesiymiş ve Craig karaktere veda ederken aklımdaki soru şu; sırada kim var?


Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.


Kazan

Yorumlar