41) Lilo ve Stiç/Christopher
Sanders & Dean DeBlois (2002): Çocukluğumda “TRT
1” ekranında izlediğim filmlerden birisi daha; hatta bir tane de dizisi
vardı ki hafta içi akşam kuşağında izlerdim. Yani dibini çok kurcalamazsan
keyif alarak izleyebileceğin bir animasyon film.
42) A Quite Place 2/John Krasinski
(2020): Normalde korku-gerilim unsurları içeren filmleri sevmem ve bu serinin
ilk filmini de en başta izlemek istememiştim. Ancak bir şekilde izledim ve her
ne kadar beni gerse de sevdiğimi de inkâr edemem. Yine de ikinci filmden aynı
tadı aldığımı söyleyemiyorum maalesef. Bu film biraz daha aksiyon odaklı
ilerlemiş ve köken öyküsü şeklinde bir gelişim tercih etmiş. Yani ilk filmin o
kısıtlı mekân ve sessizlik baskısı bu filmde biraz gücünü kaybetmiş. Yine de
kötü film diyemem, izlenir.
43) Shazam! Tanrıların Öfkesi-Shazam! Fury of the Gods/David F. Sandberg (2023): 2013 yılıydı, bir film izledik ve DC severler olarak bir hayale kapıldık çünkü tıpkı “Disney”in “Marvel Sinematik Evreni” gibi “Warner Bros.” da kendi “DC Genişletilmiş Evreni”ni kurma kararını almıştı. Bunun ilk adımı olarak da “Zack Snyder”in “Man of Steel” filmini 2013 yılında gösterime sokmuş, üstelik çok başarılı bir başlangıç öyküsü de sunmuşlardı ve “Henry Cavill” de muazzam bir “Superman” olmuştu. Ancak bu şahane başlangıçtan sonra tam anlamıyla hiçbir şey yolunda gitmedi ve geçen on yılın ardından DC Genişletilmiş Evreni’nin resmen sonuna geliyoruz. Ha oldu, ha oluyor, ha olacak derken sonunda Warner Bros. pes etti ve DC film departmanında köklü bir değişikliğe giderek idareyi “James Gunn” ve “Peter Safran” ikilisine bıraktı. Elbette onlar da kendi başlatmadıkları bir şeyi onarmaya çabalamak yerine her şeyi sıfırlayıp taze bir başlangıç yapmaya karar verdiler. Bu bağlamda 2023 yılında gösterime girecek olan “Shazam! Furry of the Gods”, “Aquaman and the Lost Kingdom”, “Blue Beetle” ve “The Flash” filmleri ile birlikte DC Genişletilmiş Evreni resmen son bulacak ve anladığım kadarıyla da The Flash filmi bu evren sıfırlama sürecinde kritik bir rol oynayacak. Evet, kabul ediyorum ki bu evrende işler yolunda gitmedi ve hayallerimize kavuşamadık, yani kısacası yeni bir başlangıç şarttı. Ancak bu başlangıç da sancılı olacak gibi. Örneğin Superman’e hayat veren Henry Cavill ve “Batman”i canlandıran “Ben Affleck” rollerine veda ediyorlar ki her ikisi de benim favorilerimdi. Diğer taraftan “Wonder Woman”a hayat veren “Gal Gadot” ve “Aquaman”i canlandıran “Jason Momoa” yeni evrende olacaklar gibi ama sanırım özel hayat problemleri sebebiyle “Ezra Miller”ın durumu belirsiz. Dürüst olmak gerekirse, her ne kadar başarısız bir deneyim olsa bile bence DC’nin yaptığı en başarılı şey oyuncu seçimleriydi ve kendi adıma tüm oyuncuların yeni evrene taşınıp yeni bir vizyon ile rollerine devam etmelerini isterdim ama anlaşılan bu mümkün olmayacak. O sebeple kalbim bir parça kırık.
Elbette bahsettiğim bu belirsizlik “Shazam” filmi için de geçerli ki maalesef serinin ikinci filmi şu an için gişede oldukça başarısız bir performans sergiliyor. Aslında insanlar bir yandan da haklı. Devamı gelmeyecek bir öyküyü takip etmenin amacı nedir? Zaten yakında hiçbir anlamı kalmayacak, sanki hiç yaşanmamış gibi olacak. Yine de ben kendi adıma “Zachary Levi”yı Shazam olarak çok başarılı buluyorum ve umarım yeni evrene, yani “DC Universe”e taşınan isimler arasına katılır.
Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp Shzam 2’yi kendi içinde değerlendirecek olursam ben bu filmi beğendim. Bence gayet eğlenceli bir süper kahraman öyküsü var karşımızda. Kısacası izleyicisine keyifli bir 2 saat yaşatabilir. Filmin Yunan mitolojisine daha derin bir giriş yapmasını sevdim. Üstelik “Billy Batson”ın bir yandan aile olma sürecini yaşarken bir yandan da yetişkin bir adamın vücudunda kahraman olmanın zorlukları ve sorumlulukları ile yüzleşmesini izlemek de eğlenceliydi. Aslında ailenin önemi ve büyük güç büyük sorumluluk klişesi üzerine kurulu bir öykü izledik ama her zaman da özgün olunamaz. Bazen klişeler iyidir. Ben filmden gerçekten keyif aldım, yani bir avuç çocuğun tanrısal güçleri ile ortada süper kahramancılık oynamaları ve mitolojiden fırlayıp gelen gerçek ilahlar ile mücadele etmek zorunda kalmaları gerçekten eğlenceliydi ama şu noktada da eleştirel olmam lazım. Bence jenerik sonrası sahneleri bu filmden çıkarılmalıydı. Jenerik sonu sahnelerinin olayı nedir? Seyirciyi bir sonraki filme hazırlayan ipuçları verip heyecan yaratmak ama biteceği bilinen bir şey için bu ipucunun bir anlamı var mı? Ya da bunu Zachary Levi’ın yeni evrene de geçiş yapacağı şeklinde mi yorumlamalıyız? Dediğim gibi film gişede çok kötü bir performans sergiledi ve büyük ihtimalle de vizyon macerasını zararla sonlandıracak ve yine kuvvetle muhtemel bu haftadan itibaren salonlarda seans bulmanız da mümkün değil. Yine de eğer bir fırsat bulup da izleyebilirseniz bu jenerik sonu sahneleri nasıl yorumlamak gerekir diye konuşmak isterim. Şimdiden iyi seyirler.
44) Murder Mystery 2/Jeremy
Garelick (2023): İlk filme gerçekten bayılmıştım, izlemesi çok
keyifliydi. Ancak başarılı ilk filmlerden sonra gelen ikinci filmler büyük
oranda risklidir ve sanki yapılmış olmak için yapıldığından da başarısız olmaya
mahkûmdur. Peki, bu film nasıl? Dürüst olmak gerekirse hem ilk filme benzer hem
de ondan farklı olmak için çabalayan bir film. Bu sebeple de sevdiğimi söylemem
yanlış olmaz. Aksiyonu bol bir Avrupa macerası.
45) Aladdin ve Hırsızlar Kralı/Tad
Stones (1996): Sanırım seride izlemediğim tek film buydu ve sonunda
onu da izlemiş oldum. “Disney”, “Aladdin” serisine “Ali Baba ve Kırk Haramiler” masalını da bu filmle birlikte
bağlamayı başarmış.
46) Yürüyen Şato/Hayao Miyazaki
(2004): Lise ve lisans yıllarımda, her ne kadar anime izlemeyi çok sevsem bile,
çok uzun süre “Miyazaki” filmlerini
izlemeye direndim çünkü anime dediğim zaman hemen herkes Miyazaki konuşmaya
başlıyordu ve bende de buna karşı bir direnç oluştu. Yani sırf herkes seviyor,
yapıyor diye aynı şeyleri yapmama arzusu, direnci diyelim. Ancak hatalı
olduğumu yüksek lisans tez sürecimde yönetmenin filmlerini izlemeye başlayınca
anladım. Peki, bu adamı bu kadar özel kılan nedir? Belki de en basit haliyle
kendi kültürünü, küresel bir öykü anlattığında dahi, filmine dâhil
edebilmesidir. Yani Miyazaki ne anlatırsa anlatsın, anlattığı şey her zaman bir
yönüyle Japon olacaktır. Diğerleri neden sever bilemem ama ben Miyazaki’yi işte
bu yüzden seviyorum. Bence rol model almamız gereken bir kişi. Böyle derken
hadi hep birlikte Japon kültürüne özenelim demiyorum elbette. Biz de çok zengin
bir kültüre sahibiz ve bunu yaşatmayı, yaymayı bilmeliyiz. Öyle baskıyla,
şiddetle değil, anime unsuru ile Japonların yaptığı gibi; sinemayı kültürü
taşıyan bir araç olarak kullanmalıyız. Bu kadar konuştuktan sonra “Yürüyen Şato” özelinde söyleyecek tek
bir şeyim var; mutlaka izleyin. Tam bir Miyazaki şaheseri.
47) Stiç Filmi/Tony Craig &
Bobs Gannaway (2003): Serinin ikinci filmi. İlk filmde “Stiç” ve “Lilo”, küçük mavi uzaylımızın özgürlüğü için mücadele etmişlerdi.
İkinci filmde ise Stiç’in kuzenleri de Hawaii’de ortaya çıkmaya başlarlar ve
ana karakterlerimiz, bu yeni uzaylılara da ev bulmak için kolları sıvar. Zaten
bu filmden sonra, dizide de diğer uzaylıların bulunup bir yerlere
yerleştirilmeleri süreci anlatılıyordu.
48) Kızgın Toprak/Feyzi Tuna
(1973): Sanırım daha önce hiç izlemediğim Türk filmlerinden birisiydi ve bir
yönüyle sevdim. Şöyle ki film konu olarak Anadolu’nun ağalık düzenini ve bu
düzenin insanları nasıl sömürdüğünü işliyor. Ancak bize destansı karakterler
sunmuyor, sadece hayatta kalmaya çabalayan bir karı koca çıkarıyor karşımıza ve
onları tam olarak sevecek ya da nefret edecek kadar bile bir süre vermiyor
bize. Aslında öyküsel zaman daha uzun olmakla birlikte filmsel zaman çok hızlı
geçip çatışmalar hız kazanınca sadece olayın acımasızlığı ve kötü sonuçları ile
yüzleşiyoruz. Adam kimdi, kadın kimdi; bir noktada önemini yitiriyor. Sadece
olay kalıyor elimizde ve belki de bazen böyle olmalı çünkü bazen karakter ile
fazla özdeşleşip asıl olayı kaçırabiliyoruz. Ayrıca filmdeki tecavüz sahnesinin
işleniş şeklini de sevdim diyebilirim. Şimdi böyle bir sahne nasıl sevilir
diyebilirsiniz. Sevdim diyorum çünkü tecavüz gibi korkunç bir olayı bize adeta
pornografik bir haz unsuru olarak sunan nice filmler var. Bu film ise bize o
tarz hiçbir sahne sunmuyor. Yani bizim bir porno sahnesi izlememizi değil,
yaşanan olayın korkunçluğunu anlamamızı istiyor. Ve fakat sonu öyle mi
olmalıydı? Yani gerçekten hiç ışık yok muydu yaşamak için?
49) Jolt/Tanya Wexler (2021): “Atomic Blonde (2017)”nin daha düşük
bütçeli hali gibi düşünebiliriz bu filmi.
50) Süper Mario Kardeşler Filmi-The
Super Mario Bros. Movie/Aaron Horvath & Michael Jelenic (2023): “Super
Mario” ile ilk defa 1993 yapımı Hollywood filmi ile tanıştım sanırım ama
hatırladığım kadarıyla oyun ile tam olarak da alakalı değildi.
Bir önceki listeye buradan ve bir sonraki listeye de şuradan ulaşabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder